Molla Câmî’nin belirttiği gibi “Baharistan”ın bahçelerinde dolaşmak, her çiçeğin kokusunu duymak gerekir. Geçmişte bu tür kitaplar öncelikle eğitim ve yöneticilerin gerçeklerin farkına varması için yazılırdı. Küçük yaşta bu hikâyelerle eğitilen insanların hayat boyu ahlaklı ve adil olması sağlanmaya çalışılırdı
Danışukcun yoğ ise iy âkil Çıkarup tâcını müşâvere kıl.
Yoksa şahım danışacak kimsen, Tacını çıkar da ona danış sen.
7 Kasım 1414 günü Horasan’ın Câm şehrinin Harcird kasabasında dünyaya gelen Ahmed b. Muhammed Râzî, daha çok Molla Câmî ünvanıyla tanınır. Molla Câmî ilk eğitimine babasının yanında başlar. Babası Herat’a gidip Nizâmiye Medresesi’nde Hoca olunca da eğitimini bu medresede sürdürür. Arap dili edebiyatına ait temel eserler üzerinde yoğunlaşır. Daha sonra Semerkant’a giderek dokuz yıl boyunca Kadızâde-i Rûmî’nin matematik derslerine katılır. Genç yaşında dönemin bütün ilimlerine vakıf olmasına rağmen bu bilgiler Molla Câmî’yi tatmin etmez. Semerkant dönüşünde Nakşibendî şeyhlerinden Sa’deddîn-i Kâşgarî’ye intisap eder. Onun ölümü üzerine Hâce Ubeydullah Ahrâr’a bağlanır. 1472 yılında hacca gitmek için Herat’tan ayrılır, hac dönüşü Tebriz’e uğrar ve Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan’la görüşür. 8 Ocak 1474 günü Herat’a döner ve Sultan Hüseyin Baykara’nın kendisi için inşa ettirdiği medresede Arap dili, edebiyatı, hadis ve tefsir dersleri okutur. 9 Kasım 1492 günü Herat’ta vefat eden Molla Câmî’nin cenazesine başta Hüseyin Baykara ve Ali Şîr Nevaî olmak üzere dönemin tüm önde gelenleri katılır.
‘Gülistan’a nazire
Başlıca edebi eserleri Farsça olan Câmî, Arapça eserler de yazmıştır. Mensup olduğu Türk çevresi dolayısıyla Türklerle çok sıkı münasebeti bulunan Câmî’nin eserleri daha sağlığında Türk dünyasına yayılmış, dönemin âlim ve şairlerinin ilgisini çekmiştir. Eserlerinin bir kısmı Türkçeye çevrilmiş, dönemin Türk edebiyatı üzerinde önemli tesirler bırakmıştır. Hac dönüşü Fatih Sultan Mehmed tarafından İstanbul’a davet edilen Câmî, kendisini karşılamak üzere Halep’e gelen Hoca Atâullah Kirmânî ile buluşamaz. Ancak daha sonra Fatih Sultan Mehmed kendisinden bir kitap yazmasını isterse de Câmî’nin yazdığı eser, ancak Sultan’ın ölümünden sonra İstanbul’a ulaşır. Kırk beşin üzerinde eseri bulunan Câmî’nin bugün sizlere bahsetmek istediğim kitabı “Baharistan”dır.
Molla Câmî, oğlu Ziyaeddin Yusuf’un eğitimi sırasında görmekte olduğu derslerin ağır yükünden kurtulması için “Gülistan” okumaları yaptıklarından bahseder. Bir süre sonra bu esere nazire yazmak düşüncesiyle “Baharistan”ı kaleme alır. Kitabının giriş bölümünde Molla Câmî “Gülistan”ı metheder. Daha sonra ise kendi yazdığı kitabın daha iyi olduğundan bahseder. Ancak Sadî-i Şîrâzî’nin Gülistan’ının gerek üslup gerekse yazılış tarzı açısından “Baharistan”dan daha üstün olduğu kabul edilir. “Gülistan” baştan sona Sadî’ye ait hikâyeler ve şiirlerle doludur. “Baharistan” ise genellikle başkalarından alınan hikâyeler ve nüktelerden oluşur.
Kibir denilen çirkin huy
Molla Câmî, “Baharistan”ı çiçeklerin açtığı yer, bahçe anlamında kullanır. Bu nedenle kitabın bölüm başlıklarına bahçe adını verir. Sekiz bahçeden oluşan bu eserin ilk bahçesi, Allah dostları ve onların özlü sözlerine ayrılmıştır. Bu bölümü sırasıyla filozoflar ve sözleri, devlet idaresi ve adalet, kerem (asalet) ve cömertlik, aşk ve muhabbet, latife ve mizah, şiir ve şairler, hayvanlar âlemine ait düşünceleri takip eder.
Son günlerde sık sık dile getirilen “Kibir” ile ilgili Ebû Hâşim Sofi’den naklettiği sözün hepimize örnek olması gerekir;
“Dağı iğne ucuyla kökünden kazımak kibir denilen çirkin huyu gönülden çıkarıp atmaktan daha kolaydır.” (s. 12)
Beş yüz yılı aşkın zaman önce söylenen bu sözün ne kadar doğru olduğunu hemen hepimiz her gün yaşamaktayız. Bir şekilde hak etmediği bir servete veya makama ulaşanların taşıdığı kibrin büyüklüğü karşısında hayrete düşmemek mümkün değil! Hâlbuki biraz aklı olan biri taşıdığı kibrin onu yüceltmediğinin, tam tersi her ne kadar yüzüne karşı söylenmese de arkasından hoş olmayan ifadeler ile anıldığının farkında olmalıdır.
Hayvan hikâyeleri
Molla Câmî’nin de belirttiği gibi “Baharistan”ın bahçelerinde dolaşmak, her çiçeğin kokusunu duymak, güzelliğinden zevk almak gerekir. Özlü sözler ve hikâyeler… Geçmişte bu tür kitaplar öncelikle eğitim ve yöneticilerin gerçeklerin farkına varması için yazılırdı. Böylelikle küçük yaşta bu hikâyelerle eğitilen insanların hayat boyu ahlaklı ve adil olması sağlanmaya çalışılırdı. Aynı şekilde hükümdar ve yöneticilere herkesin arasında söylenen sözler insanın canına bile mal olabilirdi. Ancak bu tür kitaplar, hikâyeler söylenen sözün üzerini örter ve anlayanı etkilerdi. Anlamayan için ise ne yapılsa ne anlatılsa bir çözüm getirmeyeceği ise binlerce yıldır zaten bilinmektedir.
Molla Câmî sekiz bölümden oluşan bahçelerinin en sonuncusunu hayvan hikâyelerine ayırır. Bence bu bölümdeki balık ile kurbağa hikâyesi en ilginç olanıdır. Başkalarına atfettiği sözler bitmiş, geriye anlatılması gereken hikâyeler kalmıştır. O da kendinden çok önceleri başvurulan yola başvurur ve söyleyeceği sözü hayvanlar üzerinden söylemeye çalışır;
“Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az.”
Bir hikâye
“Bir kurbağa eşinden ayrı düşmüştü. Yalnızlık derdiyle deniz kıyısında dikilmiş her tarafa göz gezdiriyor, yaslı gönlünü avutmak istiyordu. Ansızın, su içinde bir balık gördü, akan sular gibi acele gidiyordu. Dökme gümüşten yapılmış bir makas gibi suyun atlasa benzeyen yüzünü iki parça ediyor, eksilmek ve azalmak korkusundan uzak taze bir hilal gibi sağa sola kıvrılarak yüzüyordu. Kurbağa balığı görünce onunla yoldaş olmayı gönlünden geçirdi. Balığa eşsiz kaldığını anlattı. Kendisiyle arkadaşlık dileğinde bulundu. Balık dedi ki: arkadaşlık için münasebet gerektir. Uygunsuzlarla yoldaş olmak dostluk kaidelerine sığmaz. Benim seninle ne münasebetim var? Benim yerim, denizin derinliklerinde, senin yerin kıyıdadır. Bana susmak sana gürültü etmek yaraşır. Senin çirkin yüzün bela kalkanıdır, kılığını görenler seninle oturmak istemezler. Hâlbuki benim kıyafetimdeki güzellik korku ve tehlike sermayesidir. Benim güzelliğimi görmekten gözleri parlayan âşıklar hemen bana kavuşmaya göz dikerler. Havadaki kuşlar, benim aşkımla, kırlardaki canavarlar benim sevdamla dolaşırlar. Avcılar kâh ağ gibi bin bir gözle beni araştırmakta, kâh benim aşkımın yüküyle olta gibi belleri bükülmüş bir halde yolumu beklemektirler. Balık bu sözleri söyledikten sonra denizin dibine daldı, kurbağayı kenarda bıraktı.” (s. 174-175)
Bu hikâye her zaman geçerli olmuştur. Dostluk ve arkadaşlık zor şeydir. Her iki tarafın uyumu gerekir, birbirine aykırı mizaçta insanlar arasında kolay kolay kurulması ve sürdürülmesi mümkün değildir. Hele de bu iş bir yönetimi paylaşmak için kurulan arkadaşlık ise, her iki tarafın çok dikkatli olması gerekir. Bir balığın karada, bir kurbağanın ise derin denizde yaşamasının mümkün olmadığını biliyoruz. Bu örnek dostluk kurmaya çalışan insanlar içinde geçerlidir. İnsanlar beklentileri ve varmak istedikleri hedef doğrultusunda dostluk kurabilirler. Yaşam beklentileri farklı insanların dostluğu selamlaşmak ve zaman zaman aynı mekânı paylaşmaktan öteye geçmeyen suni bir birlikteliktir.
“Tanıdıklarında gördüğün bir eksikliği yabancılara söylemek doğru değildir. Sonunu düşünenlerin mesleğinde ayıp örtmek, kusur aramaktan daha iyidir.” (s. 185)
Zaman zaman canımız sıkıldığında farklı şeylerle meşgul olmak iç açıcı olur. Doğunun nasihatname, pendname gibi geçmişi örnek alarak oluşturduğu eserler, bize yaşadığımızdan farklı bir dünyanın da bulunduğunu hatırlatır. Sadî-i Şîrâzî’nin “Gülistan”ı veya Molla Câmî’nin “Baharistan”ı gibi kitapları okurken hem geçmişi hem de onların oluşturmak istediği geleceği görürüz. Zaman hoşça geçer ve anlatılan bazı hikâyeler ufkumuzu genişletir…
“Aslı acı olan ağacı cennet bahçesine diksen, onu kevser ırmaklarıyla sulasan, köküne bal ve süt döksen sonunda yine aslını meydana koyar, acı yemişler yetiştirir.” (s. 140) Camî, (Çev. M. Nuri Gençosman), Baharistan, Ankara, 1945.